Kullanım Kılavuzu
Neden sadece 3 sonuç görüntüleyebiliyorum?
Sadece üye olan kurumların ağından bağlandığınız da tüm sonuçları görüntüleyebilirsiniz. Üye olmayan kurumlar için kurum yetkililerinin başvurması durumunda 1 aylık ücretsiz deneme sürümü açmaktayız.
Benim olmayan çok sonuç geliyor?
Birçok kaynakça da atıflar "Soyad, İ" olarak gösterildiği için özellikle Soyad ve isminin baş harfi aynı olan akademisyenlerin atıfları zaman zaman karışabilmektedir. Bu sorun tüm dünyadaki atıf dizinlerinin sıkça karşılaştığı bir sorundur.
Sadece ilgili makaleme yapılan atıfları nasıl görebilirim?
Makalenizin ismini arattıktan sonra detaylar kısmına bastığınız anda seçtiğiniz makaleye yapılan atıfları görebilirsiniz.
  Atıf Sayısı 1
 Görüntüleme 97
 İndirme 28
İnsan Haklarının Felsefi Krizi: İslâmî Bir Perspektif
2020
Dergi:  
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Yazar:  
Özet:

Hanefî usûlünün kurucu isimlerinden Ebû Zeyd ed-Debûsî (ö. 430/1039), dünya hukuk tarihinde ilk defa temel ve devredilemez insan haklarından bahseden hukukçudur. İnsanın hukuki ve ahlâkî kapasitesini “ehliyet” başlığı altında fıkıh usûlünün önemli bir bahsi hâline getiren Debûsî olduğu gibi, ehliyeti ilk defa “vücub ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki kategoriye ayıran da kendisidir. Bu ayrım kendisinden sonra Hanefî geleneğinde yaygın bir kabul görmüştür. Bu gelenek vücub ehliyetinin zemininde “zimmet”in, yani modern anlamıyla hukuki kişiliğin bulunduğunu kabul etmiş ve fakat modern yaklaşımlardan farklı olarak ehliyet ve zimmeti “emanet” ile, yani Yüce Yaratıcı’ya gönüllü kulluk edebilme sorumluluk ve kabiliyetiyle ve insanoğlunun ezelde Yüce Allah ile yaptığı “İlk Sözleşme” ile irtibatlandırmıştır. Debûsî ilâhî hitabı anlamanın ilkesi olarak aklı, kişinin hukuki ve ahlâkî yükümlülükler altına girmesinin zemini olarak da zimmeti tespit ettikten sonra, akıl ve zimmetin işlev görebilmesi için insanın üç temel ve devredilemez hak ile, yani ismet, hürriyet ve mâlikiyet ile donatıldığını ifade etmiştir. Akıl ve zimmet insana Allah tarafından verili olduğu gibi, bu üç temel hak da O’nun tarafından ve emaneti yüklenen insanın insanlık vazifesini yerine getirebilmesi için bahşedilmiştir. Böylelikle temel ve devredilemez haklar teorisi dünya tarihinde ilk defa İslâm-Hanefî hukuk teorisi içerisinde dile getirilmiş olmaktadır. Batı’da ius naturale ibaresi hem kadîm bir tarihe sahip olan “doğal hukuk”, hem de “doğal haklar”ı kapsar. Objektif doğal hak/klasik doğal hukuk geleneği ödev ve yükümlülük merkezliyken, sübjektif doğal hak/modern doğal hukuk anlayışı bireysel özgürlük ve bireyin egemenliği fikri üzerinde temellenmektedir. Klasik doğal hukuk anlayışı, şeylerin düzeni ve amaçlılık (her varlığın kendisine mahsus bir amaca yönelmişliği) fikirleriyle elele yürür. Böylece kâinat bütün unsurlarıyla amaçlı ve ahlâkî bir düzen olmuş olur. Bazı müellifler modern doğal hakların, klasik doğal hukukun bir devamı olduğunu savunurken, bazıları ise modern doğal haklar anlayışının doğal hukuktan bir kopuşu temsil ettiği kanaatindedir. Leo Strauss’a göre Hobbes ve Locke ile başlayan bu dönüşüm, ikisini farklı doktrinler olarak görmemizi gerektiren esasa ilişkin bir dönüşümdür. Michel Villey modern sübjektif doğal hak anlayışını Ockhamlı William ile başlatırken, Brian Tierney söz konusu anlayışının kökenlerini William’dan epeyce önce, 12. ve 13. yüzyılda yaşayan kanon (kilise hukuku) hukukçularının çalışmalarıyla başlatır. Fakat hiçbir araştırmacı, sübjektif doğal haklar ile 11. yüzyılın ilk yarısında vefat eden Debûsî’nin üç temel hakkı arasında bir bağlantı kurmamıştır. Doğal insan hakları anlayışının Batı’ya mahsus bir icat olduğunu söyleyen ve bu anlayışın kökenlerinierken 12 ve 13. yüzyıl Orta Çağ Hristiyan hukuk düşüncesinde bulan yaklaşımların yanısıra, doğal insan hakları anlayışının yine Batı icadı olduğunu kabul etmekle birlikte bu anlayışın aynı zamanda modern bir icat olduğunu savunanlar da vardır. Modernitenin özne merkezli kavrayışına yönelik eleştirilerde bu düşünce ortaya çıkar ve bu yaklaşımda doğal insan hakları anlayışı, öznel bireyciliğin ayrılmaz bir unsuru olarak kavrandığı için kabul edilmeyen bir fikir olarak görülür. Haklar ancak bağımsız birer birey olarak kavranabilen fertler için söz konusu olabileceğine göre, toplumu esas alan sosyalist ve komüniteryan düşünceler de doğal insan hakları düşüncesini liberalizmin karakteristik bir unsuru olarak görüp reddetmişlerdir. Böyle yaklaşımlar için haklar değil vazifeler esastır. Hukuki pozitivistler ise hak kavramını, metafizik yüklü olduğu gerekçesiyle devre dışı bırakmışlardır. Batı düşüncesinde John Locke’un (ö. 1704) ifade ettiği ve Debûsî’nin listesiyle aynı olan üç temel hak, zamanla modern insan hakları anlayışının çekirdek fikrini oluşturmuştur. John Locke, siyasî toplumun meydana gelmesinden önceki doğa durumunda her insanın hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarına eşit olarak ve ellerinden alınamaz bir biçimde sahip olduklarını ifade eder. Öyle anlaşılıyor ki ilk defa Debûsî’nin dile getirdiği ve sonradan Hanefîlerin müşterek anlayışı hâline gelen ehliyet ve doğal haklar teorisi Locke tarafından -doğrudan veya Orta Çağ hukukçuları aracılığıyla dolaylı olarak- kendi liberal haklar anlayışı içerisine kısmen sekülerize edilmek suretiyle adapte edilmiş, sonrasında ise bu anlayış daha da sekülerleştirilerek (Tanrı ile alâkası tamamen kesilerek) bugün bildiğimiz temel insan hakları anlayışının nüvesini oluşturmuştur. Müslüman toplumlarda toplumsal ve siyâsî hayat esas olduğu için, Hobbes ve Locke gibi düşünürlerin tasavvur ettiği türden muhayyel bir doğal durum (tabiat hâli: status naturae) anlayışına ihtiyaç duyulmamıştır. Doğal insan hakları düşüncesi 18. yüzyıldaki büyük devrimlere ilham kaynağı olmuştur. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde (Declaration of Independence) Bütün insanların eşit yaratıldıkları ve Tanrı tarafından kendilerine devredilemez bazı haklar verildiği ifade edilir. Bu tarihten 13 yıl sonra, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde (Déclaration des Droits de l’Homme et du Citoyen) ise doğal haklar anlayışı kendinde apaçık bir hakikat imiş gibi kabul edilmekle birlikte bu hakların kaynağına, yani Tanrı’ya herhangi bir atıf yapılmaz. Doğal insan hakları anlayışı 19. yüzyılda hukuki pozitivizmin hâkimiyeti nedeniyle metafizik bir bakiye olarak görüldüğü için gözden düşmüş, 20. yüzyılın ilk yarısında ise, iki dünya savaşının oluşturduğu fiilî zorunluluklar sebebiyle tekrar Batı hukuk ve siyaset düşüncesinin gündemine girmiştir. Fakat artık doğal hakların dayandığı metafizik zemin kalmamıştır, bu sebeple günümüzde doğal insan hakları felsefî açıdan bir köken krizi içindedir.

Anahtar Kelimeler:

The Philosophical Crisis Of Human Rights: An Islamic Perspective
2020
Yazar:  
Özet:

The name of the creator, the name of the creator, the name of the creator. 430/1039), for the first time in the world law history, is a lawyer who discusses fundamental and irreversible human rights. For the first time in the history of the world, he has been the one who has the right to do so, and the one who has the right to do so, and the one who has the right to do so, and the one who has the right to do so, and the one who has the right to do so. This distinction has been widely accepted in the Hanefî tradition. This tradition acknowledges that on the ground of the body driving license there is "symmet", that is, the legal personality in the modern sense, but, unlike modern approaches, it has linked driving license and symmet with "symmet", that is, the responsibility and ability to voluntarily serve the Supreme Creator and the "First Agreement" made by mankind with the Supreme God. As a principle of understanding the divine word, the mind, as the ground of the entrance of the person under legal and moral obligations, as well as the zimmeti has been identified, the mind and zimmeti are equipped with three fundamental and irreversible rights, i.e. the right, the freedom, and the powerfulness, in order to be able to see the function of the mind and zimmeti. As reason and humility are given to man by God, these three fundamental rights are also given by Him, and the man who is charged with emancy is given to fulfil the humanity duty. Thus, the theory of fundamental and irreversible rights has been expressed for the first time in the world’s history in the theory of Islam-Hanefi law. In the West, the word ius naturale covers both the “natural law” and the “natural rights” which have an ancient history. While the objective natural rights/classic natural law tradition is centered on duty and obligation, the subjective natural rights/modern natural law conception is based on the idea of individual freedom and individual sovereignty. The classical natural law concept goes hand in hand with the ideas of the order and purpose of things (the direction of a purpose of each existence depending on itself). It will be a moral and moral order with all the elements of the world. Some advocates argue that modern natural rights are a continuation of the classical natural law, while some argue that modern natural rights are a gap from the natural law. According to Leo Strauss, this transformation that begins with Hobbes and Locke is a fundamental transformation that requires us to see both as different doctrines. While Michel Villey initiates the modern subjective natural right understanding with William of Ockham, Brian Tierney initiates the origins of this understanding far before William, with the work of the canon (Church Law) lawyers who lived in the 12th and 13th centuries. But no researcher, with subjective natural rights. There was no connection between the three fundamental rights of Debussy who died in the first half of the century. In addition to the approaches found in the thought of Christian law of the 12th and 13th centuries when the natural understanding of human rights is a Western invention, there are also those who claim that the natural understanding of human rights is a modern invention. In the criticism of the essence-centric concept of modernity, this thought arises, and in this approach, the natural concept of human rights is seen as an unacceptable idea because it is understood as an inseparable element of subjective individuality. Since rights can only apply to those who can be understood as an independent individual, socialist and communist ideas based on society have also seen and rejected the natural idea of human rights as a characteristic element of liberalism. The rights are not the responsibilities, but the responsibilities. The legal positivists have dismissed the concept of right because it is metaphysically loaded. John Locke’s Western Thought. The three fundamental rights, which he expressed and which are the same as the list of Debussy, formed the core idea of the modern understanding of human rights over time. John Locke states that, in the nature of all people before the formation of political society, the rights of life, freedom and property are equally and in an unacceptable manner. It appears that the theory of authority and natural rights, which was first expressed by Debussy and later became the client-conscious understanding of the Hanefists, was adapted by Locke — directly or indirectly through the Middle Ages’ lawyers — in the way that it was partially secularized into its own conception of liberal rights, and then this conception was further secularized (the relationship with God was completely cut off) and formed the nucleus of the basic human rights conception we know today. Since social and political life is fundamental in Muslim societies, there is no need for a sense of a natural state (status naturae) that the thinkers like Hobbes and Locke have imagined. The idea of natural human rights has been the source of inspiration for the great revolutions of the 18th century. The Declaration of Independence of 1776 states that all people are created equally and that some rights are granted to them by God. Thirteen years later, in the French Declaration of the Rights of Man and Citizen (Déclaration des Droits de l'Homme et du Citoyen), the concept of natural rights is regarded as an obvious sign of truth, but no reference is made to the source of these rights, i.e. to God. The natural concept of human rights was revised in the 19th century because it was seen as a metaphysical balance due to the rule of legal positivism, and in the first half of the 20th century, due to the actual obligations of the two world wars, it was again in the agenda of the Western law and political thought. But the metaphysical ground on which natural rights are based is no longer left, so today the natural human rights are in a philosophical source crisis.

Anahtar Kelimeler:

Atıf Yapanlar
Dikkat!
Yayınların atıflarını görmek için Sobiad'a Üye Bir Üniversite Ağından erişim sağlamalısınız. Kurumuzun Sobiad'a üye olması için Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı ile iletişim kurabilirsiniz.
Kampüs Dışı Erişim
Eğer Sobiad Abonesi bir kuruma bağlıysanız kurum dışı erişim için Giriş Yap Panelini kullanabilirsiniz. Kurumsal E-Mail adresiniz ile kolayca üye olup giriş yapabilirsiniz.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

Dergi Türü :   Uluslararası

Metrikler
Makale : 859
Atıf : 2.423
© 2015-2024 Sobiad Atıf Dizini