Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında Wikileaks belgeleri ve diğer araçlarla ortamın hazırlanmasıyla, Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın, Mart 2011’de Suriye’ye yayılması üzerine ortaya çıkan kriz Türkiye’yi endişelendirmişti. Bunun üzerine Türkiye, Suriye krizine yönelik bir dış politika vizyon ve stratejisi geliştirerek yol haritasını oluşturmuştu. Bu amaçla, ittifak ilişkisi içerisinde olduğu Batılı ülkeler ve tarihi yükümlülükler altında bulunduğu Osmanlı ülkeleri arasında bir tercih yapmadan, ‘dengeleyici güç’ rolünü oynamak isteyen Türkiye, Libya’da yaşanan karışıklıklar ortamında bu politikasını sürdürmek isteyip de başarılı olamayınca, Suriye krizinde mecburen ABD’nin temsil ettiği Batı’dan taraf tercihte bulunmuştu. Tehdit algılamaları ve güvenlik endişelerinden kaynaklandığı anlaşılan bu yeni dış politikasının gereği olarak Türkiye, hem 2009 yılında başlattıkları Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi çalışmalarını, hem de 2010 yılında “Suriye, Lübnan ve Ürdün” ile birlikte imzalamış oldukları Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi Anlaşmasının sağladığı avantajları öteleyerek, Suriye krizine taraf olduğu anlamına gelecek davranışlar sergilemeye ve hatta Suriye muhalefetinin örgütlenme çalışmalarına ev sahipliği yapmaya başlamıştı. ABD liderliğindeki Batı’ya angaje olarak Suriye ile ilişkilerini bitiren Türkiye, Suriye krizini kullanıp PKK’nın Suriye kolu PYD’yi örgütlemeye çalışan ABD politikasının hedefine kendisinin de koyulduğunu görünce tavrını koydu. Bunun üzerine, iki ülke arasında kalıcı ihtilaflar oluştu. Çalışmada; Türkiye’nin karşılaştığı Suriye açmazından kurtulabilmesi için Suriye Devlet Başkanı Esad yönetimiyle anlaşması gerektiği üzerinde durulurken, bunun aslında geleneksel Türk dış politikasının da bir gereği olduğu ortaya koyularak analiz edilmektedir.
Alan : Eğitim Bilimleri; Filoloji; Güzel Sanatlar; Hukuk; İlahiyat; Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler; Spor Bilimleri
Dergi Türü : Uluslararası
Benzer Makaleler | Yazar | # |
---|
Makale | Yazar | # |
---|